31 Temmuz 2012 Salı

REMATONİA KIZIL GÜNEŞ - M.H. KAN

“Her neyin çok fazlasına sahip olursan, sonunda ondan mahrum kalırsın.” dedi mırıldanarak. “Benim sonsuzluğa yakın anılarım, binlerce hayatım, yaşayan bütün insanların toplamından daha fazla acım ve sevincim var.” …
…“Yani anlayacağın, yaşlı çocuk: bunların hepsini kaybettim ben artık. Geri kazanmak içinse tek yapmam gereken, bütün varlığımı yok etmek!”
Anti-kahraman tanımı bu kitapla yeniden yazılıyor. Rematonia Evreninin tarafsız Avcısı, Lilith ve Iasus’un belalısı, ırkının ilk ve tek temsilcisi Dhampire ile Rematonia devam ediyor!

“Zaman ve mekanın sınırlarında bir hikaye.”
Hürriyet

“Efsanelerin yeni efendisi.”
Sabah

“Aşkın tehlikeli yüzleriyle örülü, sürpriz üstüne sürpriz yaşatan bir kurgu…”
Kahraman Tazeoğlu

SERİNİN İLK KİTABI: KIYAMET

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Memleketin hali /ahvali

AYFER TUNÇ’UN İLETİŞİM YAYINLARI’NDAN ÇIKAN MEMLEKET HİKAYELERİ, YAZARIN MÜDAVİMLERİNİ MUTLU ETMEYE YETECEK KADAR SAMİMİ VE NAİF VE TARTIŞMASIZ BİR ‘KÜLTÜREL ŞÖLEN’!
ÜMMÜHAN ATAK DOĞAN
Taşra nedir, memleket neresidir, millet kimdir, İstanbul’a ‘ah’ etmek mümkün müdür?... Hemen her gün defalarca kullandığımız söz öbeklerinin içini açarak başlıyor kitabına bu kez Ayfer Tunç. Kendi dünyasının ‘şehir arşivini’ açıyor, bizzat yaşadıklarından ve dinlediklerinden yola çıkarak ‘eksikleri olan yapbozunu’ tamamlamaya çalışıyor. Bunun için zaman zaman bir şeyleri kurguluyor ve kendini öne çıkarak değil de muhayyel bir anlatıcının dilini ödünç alarak anlatıyor.
Ayfer Tunç’un İletişim Yayınları’ndan çıkan Memleket Hikayeleri isimli kitabı, yazarın müdavimlerini mutlu etmeye yetecek kadar samimi ve naif. Hatta her zamanki gibi biraz dağınık ama hâlâ tartışmasız bir ‘kültürel şölen’! Ermeniler, Abhazlar ve en çok Adapazarlılar. Hikâyelerin çoğunu bir yerlerden dinlemiş, bir kısmını bizzat yaşamış bile olabilirsiniz. Fakat bunları size anlatmakla yetinmeyip yazacak bir kaleme ihtiyaç varsa ve Ayfer Tunç oradaysa, sorun yok! Üstelik her zamanki gibi, farklı denemelerle de okuyucusuna selam gönderen bir kitap bu elimizdeki.

FOTOĞRAFLARIN SÖYLEMEDİKLERİ
Ayfer Tunç, kitabında bir dizi fotoğrafın öyküsüne yer verirken, ne kadar iyi bir gözlemci olduğunu da -hâlâ tereddüdü olanlara- ispatlıyor. Misal, siz omuz omuza veren futbol takımı oyuncularının ‘dostluk mesajını’ fark edebilirsiniz ama 1931’de kurulan Akşehir Sanatkarlar İdman Yurdu’nun hatıra fotoğraflarına bakarken, bando ekibinin ayaklarındaki çamuru görünce, o yıllardaki ‘yol durumunu’ düşünmemiş olabilirsiniz. Yahut bir başka fotoğraftaki, ‘önde duran çocukların sevinci’ üzerine kafa yormayabilirsiniz. Ayfer Tunç galiba böyle biri; yaşanan hiçbir şeyi küçümsemeden önemseyen ve sadece deklanşöre basılan o an için değil, öncesi ve sonrası için de kıymet verebilen biri. Yani daha evvel, yine böyle, Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek kitabını da yazan biri.

Binbir gece hikâyeleri
Tunç’un, Refik Halit Karay’ın 1919’da yayınlanan Memleket Hikâyeleri isimli meşhur kitabına selam göndererek isim verdiği bu derlemesinde, binbir çeşit memleket hikâyesiyle karşılaşacağınızı şimdiden bilin. Elvis Yaşar’ın Büyük Çarşı’daki fotoğraf çektirme macerasından bir Okul Aile Birliği etkinliği tantanasına, bir ‘kız görme’ heyecanındaki gelin-kaynana düşmanlığının ‘kökenlere’ bağlandığı farkındalığından Laz Böreği’ni Yunanlılara kaptırmaktan üzüntü duyan komşu kadınlara kadar herkes, Tunç’un kitabındaki yerini almış. Ve aslında Tunç, ‘bunları belki de ben yaşadım’ diyerek, hafızasının elverdiği ölçüde anlattıklarıyla, bir ‘memleket insanı’ olduğunu gösteriyor okuyucusuna. O bir memleket insanı; çünkü O’nun yolu bazen bir Ermeni geleneğini yaşatanlarla kesişiyor, bazen Londra’da öğrenim gören Tuncelili gençlerin yanına düşüyor. Konuşulanlarsa hep aynı kapıya çıkıyor; “Seviyorum memleketimi ülennn!” Ya da zaman zaman yaşanan bir çelişki, Tunç’un gerçek kelimeleriyle, şöyle: “Ne çok utandığını düşünüyor. Ülkesi adına utanmaktan yorgun düştüğünü ve bu utancın sadece çok eskide kalan bir geçmişe değil, düne, hatta bugüne ait olduğunu. Ülkemi sevmek için elimde ne kaldı? diye soruyor kendine. Kalp ağrısı.”

ÖYLE BİR AŞK Kİ…
Dedik ya, Ayfer Tunç çeşit çeşit öyküler barındırıyor kitabında diye. Sadece bu değil, üslup olarak da farklı yollardan gitmiş Tunç. ‘Aşk’ isimli; internet sitelerinde, sosyal paylaşım ağlarında ‘hit’ olacak türden kısa ve vurucu hatta kelimenin tam anlamıyla ‘damardan’ olan öyküsü, böyle mesela. Tunç, yaşlı bir çiftin ‘ölmeyen’ aşk hikâyesini, bir deprem sahnesi ardında anlatırken, damardan girmiş! Okuyucuya, şahit olunduğunda gözleri fal taşı gibi açtıracak bir öyküyü uzatmadan anlatmış ve aradan çekilmiş. Gerisi size kalmış okuyucu; İster Ayfer Tunç’un kalemini bir şölenden diğerine götürerek yazdığı kitabından sadece bu hikâyeyi cımbızla alıp, ‘Ben de böyle aşk yaşamak isterdim’ deyin, ister kitabı Tunç’un diğer kitaplarının yanına yerleştirirken, bir değil birkaç hikâyeyi bugün yarın bir başkasına anlatacağınızı hesaplayın. Açıkçası ben, Aşk’ı okuduktan sonra, “O yaşlı çift Ayfer Tunç’un nesiydi acaba?” diye merak edenlerdenim. Yani galiba, sadece meraklı bir okuyucu.

VE İSTANBUL
Adapazarlı Ayfer Tunç, gerçekte bir İstanbullu olduğunu da gösteriyor kitabının başında. Taşra, memleket, millet kavramlarını kendince yorumladıktan sonra yer verdiği İstanbul güzellemesi ve İstanbul ağıtı, ‘İstanbulseverleri’ mutlu edecek türden: “İşte bu! İşte ben de bunu demek isterdim!”: “Şehir, yurt olduğu herkesin hatıra kesesinde kendine büyük bir yer bulan ve ruhumuza doğrudan nüfuz eden bir ‘şey’dir. Kendi kişisel tarihimize yataklık eden şehirlerin tarihi ile kendi tarihimizin kesiştiği zamanların önemi, diğer sıradan zamanlardan fazladır… Başka şehirler ‘biz’ olabilir ama İstanbul ‘ben’dir, bencildir…” Ve bu İstanbul ‘a atfedilen satırların ardından, İstanbul’u yerden yere vuran diğer cümleler: “Şehirler eskir, eskidikçe de değerlenir. Ama bu eskiyişte zamana bilgece bir meydan okuma, gururunu ve gücünü tarihinden, kendi değerinden alma yeteneği bulunmalıdır. Ancak bu yeteneğe sahip şehirler dünyanın geri kalanına tepeden bakabilir. ..İstersen yok olup giden şehrinin arkasından ağıt niteliğinde yazılar yazıp ağlayabilirsin (şu anda benim yaptığım gibi)”. Yazar, gözyaşlarıyla yazdığı satırlara, İstanbul’un siluetine vurulacak darbelerle son vermiş ki, herhalde burada ‘mütecaviz’ gökdelenleri kastediyor. İstanbul aşığı bir yazarın, başka türlü düşüneceğini düşünmek zor açıkçası.
KUTU------------------
KİTAPTAN…

Memleket hissi ile köklere bağlılık arasında bir korelasyon olsa gerek. Bir bütün olarak ülkeme bağlıysam da köklerime bağlı değilim. Çünkü köklerimin nerelere uzandığından habersizim. Köklerinin sızladığını duymayan insan nasıl bir memleket arar ki kendine?

Memleket Hikayeleri
Ayfer Tunç
İletişim Yayınları

20 Temmuz 2012 Cuma

Beyaz Mucizeler

Beyaz Mucizeler
 
Arka Kapak

Aşkı, Güzelliği, Bereketi, Sağlığı ve Başarıyı Kendinize Çekecek Beyaz Mucizeler

'Nefs'ten uzaklaşıp,'Nefes' olmayı tercih eden herkes için...

Sırtını güneşe çevirip gölgelerinden gayrı bir şey göremeyen kişilerce 'sağlığıma, aileme, işime, evliliğime, şöhretime ve tüm başarılarıma' kastedilerek büyü yapılmak istendi!
Ama ben 'Evren'in bir parçası olduğumu hiç unutmadım. Kalbimi hep Allah'ın nuru ile aydınlattığım için birileri beni 'karanlık'la yok etmeye çalıştıkça, ben 'içimdeki sonsuz kaynakla ve ışıkla' güçlendim. Ve bu kitap ortaya çıktı.

Size büyü yapılmasına gerek yok, gündelik hayatımızda o kadar çok -hasetlik gibi- negatif enerjiyle bir araya geliyoruz ki! İstedim ki siz de benim gibi korunun, kendinizin ve bütünün hayrına niyetlenerek "Sevgi ve İnanç"la tüm güzellikleri kendinize çekin!

Atmosfere gönderdiğiniz tüm pozitif ve negatif enerjiler bumerang etkisiyle misliyle size geri dönerler. Bu nedenle kitapta, niyetinizin, hayallerinizin, isteğinizin, seçimlerinizin ve yolunuzun hep iyilikten, güzellikten yana olmasını tekrarladım.

Yeryüzünün müthiş gücünden, sembolleri kullanarak nasıl yararlanacağınızı anlattım. Formüllerle, bitkilerden, hayvanlardan, elementlerden ve daha birçok canlı enerjisinden nasıl faydalanabileceğinizi, kendinizi yıkıcı enerjilerden ve büyülerden nasıl koruyabileceğinizi gözler önüne serdim.

Başkalarının hayatı ile uğraşmayı bırakın! Kaderi etkileyemezsiniz. Niyetiniz iyi olursa, sadece kendi hayatınızda mucizeler yaratabilirsiniz. Bizler zaten mucizenin ta kendisiyiz.
Görün, algılayın, hissedin ve bilin...

Bu dünyadaki her mucize doğada gizli, unutmayın!
 

17 Temmuz 2012 Salı

Feriköy Mezarlığı'nda Randevu / Barış Uygur

Feriköy Mezarlığı'nda Randevu / Barış Uygur

"Annem yıllar önce bana 'Bir kadın aranmak istemiyorsa, onu asla arama. Bazı kadınlar, sen onları ara diye aranmak istemiyormuş gibi yapabilir. Onları da arama. Aranmak isteyen bir kadını da arama, bırak o seni bulsun,' demişti. Annemin bütün öğütlerine uysaydım zaten şimdi bambaşka yerlerde olmam gerekirdi.

Ama bu öğüdüne uymanın pratikte mümkün olup olmadığını bilmiyorum. Aslında basit görünüyordu: 'Asla kadınları arama.' Doğrusunu isterseniz arayacak pek kadın tanıdığım da söylenemez. Onları da aramayarak kaybetmek çok mantıklı gelmiyor. Şimdi tek yaptığım şey bir kadını, üstelik tanımadığım bir kadını aramak. Üzgünüm anne."

Güzel ve kirli İstanbul, uyumayan şehir, lanet şehir! Caddelere sıralanmış adalar, balkonlara serilmiş, vitrinlere istiflenmiş hayatlar. Alışılmış ıstıraplar, canhıraş ve beklenmedik çığlıklar, siren sesleri, Marmara Denizi. Herhangi bir yerden herhangi bir yere giden yolcular ve güzeller güzeli kayıp bir kadın. “Bulabilir misiniz?”2002 yazı, Dünya Kupası, Kemal Derviş, İsmail Cem, şu, bu... Borsa inip çıkıyor; CMUK zuhur etmiş, Ece Ayhan ölmüş. Nerde bu kadın?

Süreyya Sami, beyhude zaman usancıyla televizyonu zaplarken, sağa sola bakınırken, iş işte, o kadının peşine düşüyor. Yanında yıkık dökük senelerle dolaşan, cehalet ambarlarında gezinirken hiç susmayan sinik bir adamla tanışıyoruz. Teşkilattan ayrılmış, kendiyle konuşmaktan yorulmuş, uzun cümleler kuramayan bir adamın polisiye defteri açılıyor böylelikle.

İletişim Yayınları

12 Temmuz 2012 Perşembe

GERÇEK EKMEK

Gerçek Ekmek - EMİNE ŞAHİN
Ve ekmekle ilgili tüm gerçekler...

Ekmek… Türk insanının en çok tükettiği ve üzerinde en çok tartışılan gıda. Tartışma, “Ekmek sağlıklı mı, sağlıksız mı?” sorusuyla başlıyor. “Buğdayı doğal mı hibrit mi, unu rafine mi taş değirmen mi, ekşi mayalı mı yoksa katkı maddeleriyle şişirilmiş mi?” sorularıyla devam ediyor. Fırından yeni çıkmış bu kitapsa “İşte en sağlıklı gerçek ekmekler böyle yapılır” diyerek tartışmaya son veriyor!

Emine Şahin, yıllarca ekmek hammaddeleri ve üretimi üzerine araştırmalar yaptı. Gerçek ekmeğin peşine düşerek İtalya’dan Kanada’ya, Letonya’dan Finlandiya’ya, Yemen’den Suudi Arabistan’a diyar diyar ekmek fırınlarını gezdi. Bilgiler, reçeteler topladı. Öğrendiklerini ve gördüklerini sizinle paylaşıyor.

Bu kitapla birlikte ekmeğe bakışınız değişecek. Gerçek ekmeğin ne olduğunu, nasıl yapıldığını, sağlıklı bir diyette ne anlam ifade ettiğini, ‘mış gibi ekmek’lerden hangi noktalarda ayrıldığını öğreneceksiniz. Ekmek dostu şehirlerdeki ustalar tecrübelerini ve özel sırlarını sizinle paylaşacak. En önemlisi, evde hiç zorlanmadan uygulayabileceğiniz, birbirinden lezzetli ekmek tariflerine sahip olacaksınız.

“Gerçek ne güzelmiş” diyeceksiniz…

Hayykitap

10 Temmuz 2012 Salı

Suskunlar

Suskunlar
Yazar:İhsan Oktay Anar

Arka Kapak

Eflâtun rengi hayaller kuran bir "suskun"un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce... Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin "gerçekliği"nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek. Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin "nefesini üfleyen" ve ona "can veren" bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü... Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri...

Onlar, sessizliğin evreninden İhsan Oktay Anar'ın düş dünyasına duhûl ederek suskunluklarını bozmuşlardır. Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi. Suskunlar'ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de "suskunlar"dan biri olacaksınız…

İletişim Yayıncılık

4 Temmuz 2012 Çarşamba

İstanbul Kitap Fuarı'nın Onur Konuğu Hollanda

31. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nın onur konuğu ülkesi, Hollanda olacak.
TÜYAP ile Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliğiyle 'Çocukluğum Yurdumdur-Çocuk ve Gençlik Edebiyatı' temasıyla 17-25 Kasım tarihleri arasında Beylikdüzü TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi'nde düzenlenecek fuarın onur yazarı olarak da Gülten Dayıoğlu seçildi.

Hollanda'nın İstanbul Başkonsolosluğu'nda düzenlenen basın toplantısında konuşan Başkonsolos Onno Kervers, fuara onur konuğu ülkesi olmaktan duydukları memnuniyeti dile getirdi.

Bu yıl Hollanda ile Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin 400. yıl dönümünün kutlandığını hatırlatan Kervers, şunları kaydetti:

'Her zaman kültürel bağlarımız olmuştur. Osmanlı Devleti ile başlayan ekonomik ilişkiler, şu anda farklı boyutlara, kapsamlı bir şekle ulaştı. Hollanda'da 400 bini aşkın Türk kökenli vatandaş bulunuyor. Bu açıdan da kültürel çalışmaların da çok önemli olduğu bir dönemdeyiz. Bu yıl Adana ve İzmir'deki kitap fuarlarına da ziyaretlerde bulunduk.'

TÜYAP Kültür Fuarları Genel Koordinatörü Deniz Kavukçuoğlu da Hollandalı yayınevlerinin yayın ağırlığının çocuk ve gençlik kitapları üzerine olduğunu belirterek, bu yıl fuarda çocuk ve gençlik edebiyatını öne çıkarmak istediklerini söyledi.

Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celal ise fuarın, bir kitap fuarı olmasının yanı sıra yayıncılık sektörünün gelişimine de katkıda bulunmasını istediklerini dile getirdi.

Celal, 'Biz burada, onur konuğu olarak gelen ülkelerin yayıncılarıyla, yayıncılık bazında yapabileceğimiz işbirlikleri için toplantılar yapıyoruz. Özellikle her iki ülke edebiyatı üzerine çeviriler konusunda da çalışıyoruz' diye konuştu.

Onur konuğu ülke Hollanda

Fuara, 17-20 Kasım tarihleri arasında 'Uluslararası Salon'da katılacak Hollanda'nın programında söyleşiler, paneller, illüstrasyon atölye çalışmaları yer alacak.

Fuarda, hem çocuk ve gençlik edebiyatı, hem de yetişkin edebiyatına yönelik yayın yapan 15 Hollandalı yayınevi, karşılıklı işbirliğini geliştirmek ve her iki ülke edebiyatının, yayınlarının birbirinin dillerine çevrilmesine olanak sağlamak amacıyla Türk yayınevleri ile bir araya gelecek.

Erik Jan Zürcher, Türkiye'den okurlarının Kanuni Sultan Süleyman üzerine yazdığı kitabıyla tanıdığı Henk Boom ile yaşamını Hollanda'da sürdüren Kader Abdollah, fuara davet edilen konuklar arasında yer alıyor.

Hollanda, fuar süresince çocuk ve gençlik edebiyatına odaklanacak. Bu kapsamda ülkenin önemli illüstratörlerinden Marit Tornqvist, 4 gün boyunca çocuklara yönelik illüstrasyon atölyeleri düzenleyecek.

Fuar kapsamında ayrıca Hollanda Edebiyat Fonu tarafından hazırlanan 24 çocuk kitabı illüstratörünün çalışmalarından bir seçkinin yer aldığı sergi, ilk kez Türk ziyaretçilerle buluşacak.

Oscar Wilde - Dorian Gray'in Portresi

Alıntı,

''Bize yararı dokunabilecek erdemleri komşumuzda görebildiğimiz için kendimizi yüce gönüllü sanırız. Hesabımızdan daha çok para çekebilelim diye bankacıyı överiz, elini cebimize atmasın diye yol kesen haydutta iyi yönler buluruz. Söylediğim her şeyde ciddiydim. İyimserliği son derece hor görürüm ben. Hayatın sönmesine gelince; hiçbir hayat sönmez, yeterki gelişimi yarıda kalmamış olsun. Bir kişiliği bozmak istiyorsan ıslah et, yeter! Evlilik dersen, elbet saçmalık olur, gelgelelim kadınlarla, erkekler arasında daha başka, daha ilginç bağlar var. Ben bunları özendirmekten geri kalmayacağım. Hepsi de son moda olmak çekiciliğine sahip. Ama bak, iste Dorian da geldi. Sana benden daha çok bilgi verecektir.''

2 Temmuz 2012 Pazartesi

OKÜLTİZM VE ENERJİ

OKÜLTİZM VE ENERJİ "Geçmişten Bugüne Gizemcilik İlgi Alanları Tradisyonları " / Ferda Ercan Uyulan

Kitap, Geçmişten Bugüne Gizemcilik, İlgi alanları ve Gelenekleri’ni anlatırken, Okült alanlara ve gizli öğretilere ilgi duyanlar için Okültizm hakkında bir portal oluşturmayı hedefleyerek; maji, büyü, simya ve diğer tüm gizli yöntemlerle hep elde edilmek istenen GÜÇ konusunu ele alıyor. Davetlerle, törensel maji ile, ritüellerle çekilerek gönderilmesi, kullanılması amaçlanan ENERJİ üzerinde duruyor. Diğer yandan, okült alanların tehlikeli, saptırılmış yönleri ve pop okült olarak aşılanan varyasyonların hangi sakıncaları taşıdığı da anlatılıyor.

Gizeme biraz daha yaklaşmak, geçmiş zamanların içrek bilimlerine, Majikal, Hermetik, Arketipsel, Astrolojik, alanlara uzanmak, Batıni bilgilere, ardından, son teorik fizik kuramlarının büyüsüne ve holografik evren anlayışının sonuçlarına bakabilmek için, içerikte; ‘’ Maji Sistemleri, Tradisyonel Ezoterizm, Demonology, Angelogy, Havass, Grimoire'ler, Goetia, Neopaganist Akımlar, Wicca, Arketiplerin Enerjileri, Ölü Adlar Kitabı, Morfik Alanlar, Dualar, Kader, İnsan için felsefi tıp, Vodun, Tarot Sembolizmi, Gizli Gücümüz, Alemlerin Tek Sırr’ı, Gematria, Görünen her şeyin teorisi ‘’ gibi konulara da yer verilmiştir.

Türlere gizli dönüşümün psişik ve fiziksel yönlerinin incelenmesi, fizik değişim olmaksızın edinilmeye çalışılan ham enerji. Elementaller adı altında; diğer boyut varlıkları kapsamındaki yaratımlar, enerjilerinin kullanımı. Exorcism ile; Roma Katolik Doktrini’nin en dikkat çeken Şeytan Çıkarma Ritüeli’nin kapsamlı incelemesi. Tanrılar ve Tanrıçaların enerjilendirilme nedenleri ve kayıtlanmış enerjilerin hareketi de kitapta yer alan bilgilere dahil edilmiştir.

Yazar: Ferda Ercan Uyulan
Lotus Yayın Grubu

29 Haziran 2012 Cuma

E-kitap bin barajını aştı

Türkiye'de 2010'da yayınlanan e-kitap sayısı 646 iken, 2011'de ilk kez 1000 barajı aşılarak bin 314 e-kitap yayınlandı.

ANKARA - Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de hızlı şekilde yayılan e-kitap uygulaması, yayıncılık sektöründe önemli bir pazar payı taşıyor.

Dijital yayıncılığın gelecekte daha da büyüyeceği ve önem kazanacağı öngörülürken, yayıncıların, yazarların ve dağıtımcıların planlarını buna göre yapmaları öneriliyor. Öte yandan alanın yeni olması ve yeni uygulamalar endişeleri de beraberinde getiriyor.
Basın Yayın Birliği Başkanı Münir Üstün, Türkiye'de dijital yayıncılık sektörünün çok yeni olduğunu, bunun bazı belirsizlikleri de beraberinde getirdiğini söyledi. 

A.A - ntvmsnbc.com

 

Yazarın hastalığı, hastalığın edebiyatı

Bronte Kardeşler veremden öldü. Dostoyevski saralıydı. Virginia Woolf ruhsal bunalımlardan çok çekti. Nurullah Ataç’sa romatizma olduğunu söylemeye utanırdı… Yazarlar da herkes gibi hastalanır ve ıstırap çeker.19. asırdan günümüze, hastalıklar nasıl değişti ve çeşitlendi? Kimler hangi hastalıkla pençeleşti ve bu, eserlerine nasıl yansıdı?
 
Okurun gözünde yazar, bir vekil ruhtur. Kendisinin ayak basmaya cesaret edemeyeceği yerlere gitmeli, bakmaya korktuğu kuyulardan su çekip, aklının ucundan dahi geçmeyecek olaylardan söz etmelidir. Okurun gözünde yazar, bir modern zaman keşişidir. Kendisinin bölük börçük acılarını şahsında yoğunlaştırarak kristalize etmeli ve izlenimlerini yazı çile hanesinden bir bir rapor etmelidir.
Tıpkı mutlu bir yaşam gibi sağlıklı bir bünye de yazarın okur gözündeki imgesine yakışmamaktadır. T. Gautier, “45 kilodan ağır çeken birini lirik şair olarak kabul etmezdim” der. Fesat bir yorumcu bu cümleden, romancıların 45 kilodan fazla çekmeye hakları olduğunu çıkartabilir. Ancak kazın ayağı öyle değildir. Balzac, kan damlayan yanakları ve haşmetli cüssesiyle edebiyat dünyasına adım attığı ilk günlerde fazlasıyla yadırganmış ve ömrü boyunca, doymak bilmez iştahıyla ilgili alaylara göğüs germek zorunda kalmıştır. Windsor Düşesi’nin dediği gibi “İnsan ne yeteri kadar zengin ne de yeteri kadar zayıf olabilir”.

“ROMANTİK BİR HASTALIK”: VEREM
Dünyevi hazlara karşı isteksizlik, ruhani bir saflığı çağrıştıracak tensel saydamlaşma, aşırı tutku ve isteklerin belirtisi sayılabilecek ani kızarmalar, ateşli bir aktiviteyle derin bir tevekkül arasında gidip gelen ruhi salınımlar ve uçmak üzere denilecek kadar zayıflamış bir beden… İdeal bir yazar imgesine giydirilebilecek tüm bu semptomlar verem hastalığında mevcuttur.
Ve 18. yy’den itibaren verem, romantik karakterin en önemli vasıflarından biri haline gelir. Susan Sontag Metafor Olarak Hastalık adlı eserinde bu olguyu, “Aristokrasinin artık bir güç sorunu olmaktan çıkıp daha ziyade bir imaj sorunu durumuna” gelmesine bağlar. Camille Saint- Seans, “Chopin vereme yakalandığında üzerine daha bir zarafet ve incelik gelmişti” diye yazar. Bilinemez bir sır yüzünden acı çeken Byronvari kahramanın mucidi Lord Byron aynaya bakıp “Solgun görünüyorum” diye kurumlanır, “Veremden ölmek isterdim”. Shelley verem hastası arkadaşı Keats’i “Verem, özellikle senin yazdığın gibi iyi dizeler yazan insanları seven bir hastalık” diye avutmaya çalışır.
Bronte Kardeşler içinse verem, romantik bir imgenin değil neredeyse bir toplu kıyımın ismidir. Önce annelerini, iki ablalarını sonra da çok sevdikleri ağabeylerini genç yaşlarında bu illete kurban verdikleri yetmiyor gibi Anne 29, Emily 30, Charlotte ise 38 yaşında veremden ölürler. İngiltere’de bir papazevinde yaşanan bu trajedi bir anlamda Türkiye’de de tekrarlanır; 40’ların Zonguldak’ında üç genç veremli şair, Rüştü Onur, Kemal Uluser ve Muzaffer Tayyip Uslu, daha 30’larına basmadan hayatlarını kaybederler.
35 yaşında yine veremden ölen Katherine Mansfield, hastalığının aşamalarını günlüğüne ayrıntılarıyla not eder. “21 Mayıs, Salı gecesi: Ateşim 101.2. Ciğerimde korkunç bir ağrı var. Uzun bir öksürük nöbetine tutuldum; kan tükürmedim. Öksürük yüzünden çok az uyudum; kanla karışık balgam çıkardım”. Sevgilisiyle ilişkisinden bahsederken hastalığının romantik çağrışımlarıyla acı acı dalga geçer “Hastalığım çok işe yaradı; romantik bir hastalık çünkü (‘romantik görünüş’e alabildiğine düşkündü)”.
Mansfield’ın dünyada en sevdiği yazar Çehov da veremden muzdaripti. Yazar güncesine idolünün hastalık notlarını da aktarır. Komşusu bir prensle beraber yürüyüş yapan Çehov, ansızın göğsünde müthiş bir ağrı hisseder. İlk düşüncesi, yabancıların önünde düşüp ölmenin ne kadar yakışıksız kaçacağıdır.

ÇİLELİ AYDINLANMA: SARA
Dostoyevski sayesinde sara, veremden sonraki en “edebi hastalık” haline gelmiştir. Ömrü boyunca sara hastalığından çeken ve bir oğlunu da henüz bebekken bu hastalıktan kaybeden yazar; romanlarında da saralı kahramanlara bol bol yer verir. Budala’da Prens Mışkin’in sara nöbetleri aynı zamanda birer aydınlanma ve arınma nöbetleridir: “Ama bu ışıldayan anlar, ardından hemen nöbetin başlayacağı son saniyenin öncü belirtilerinden başka bir şey değildiler. Bu sözle anlatılamazdı elbette… Değil mi ki ben bu dakikada, yaşamın en yüksek senteziyle birlikte, bir duanın akışı içinde, o ana dek görülmemiş, beklenmedik, olağanüstü bir bütünlük, ılımlılık, yatışma, eriyip kaynaşma duygusuna kapılıyorum. Öyleyse bunun bir hastalık oluşunun ne önemi var?” Yazar bizzat geçirdiği nöbetlere de aynı ruhani anlamı yüklemekten çekinmez: “O an için, normal zamanda tasarlanması mümkün olmayan, hele başkalarının akıllarının kıyısından bile geçirmeyecekleri bir mutluluğu tanıyordum. Kendimde ve dünyada tam bir uyum buluyordum ve bu duygu öyle güçlü öyle tatlıydı ki insan bu hazzın birkaç saniyesini ömrünün on yılıyla, hatta belki de tüm yaşamıyla değişebilirdi.” Ancak nöbetlerin dışarıdan görüntüsü hiç de bu kadar metaforik değildi; kasılmalar, ağızdan gelen salyalar, böğürtüler, bayılıp düşerken gerçekleşen yaralanmalar ve hepsini takip eden bir zihinsel durgunluk.
Dostoyevski’nin sara hastalığının başlangıcına dair yaygın efsane alabildiğine semboliktir. Pinti babasından yine para koparamayan genç Dostoyevski içten içe onun ölmesini diler. Akabinde babanın ölüm haberi gelir. Haber, acıyla beraber onulmaz bir suçluluk duygusunu ve bu da ilk sara nöbetini tetikler… Oysa Edward Hallet Carr’a göre Rusça kaynaklar ve bizzat yazarın mektupları bu iddiayı yalanlamaktadır. Dostoyevski’nin sara nöbetleri, babasının ölümünden sekiz dokuz yıl sonra ortaya çıkmıştır.
Flaubert de saradan muzdarip olmasına rağmen Dostoyevski’den farklı olarak hiç de romantik bir duyarlılığa sahip olmadığı için hastalığını sofistike etmek bir yana bahsetmek dahi istemez. Romanlarındaki karakterlerinde de bu hastalıktan iz bulunmaz. Sara bir tarafa, Dostoyevski’nin ölümü de son derece romanesktir. Masasında yazı yazmaktayken kalemi yere düşer ve onu almak için eğildiğinde ağzından kan gelmeye başlar. Uzun süren bir akciğer hastalığının son günleri…
Yazmanın son derece akılcı bir iş olduğunu kabullenemeyen okurlar için bir yazarın ruh hastalığının pençesine düşmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Ruhsal hastalıkların edebi güçten çaldıkları mı kattıkları mı bir solukta yanıtlanabilecek bir soru değildir elbette. Kesin olan, bu hastalıkların hem semptomlarının hem de tedavilerinin son derece acılı bir süreç olduğudur.
Çağdaş yazarlardan Elizabeth Wurtzel, Prozac Toplumu adlı otobiyografik romanında, ruh hastalığının hayattaki birçok şey gibi yazmayı da nasıl zorlaştırdığını ince ince anlatır. Slyvia Plath yine otobiyografik romanı Sırça Fanus’ta, yaşadığı elektro şok tedavisine tüm korkunçluğu ve çıplaklığıyla yer verir. Tezer Özlü Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde Guguk Kuşu filmini izlemek için sinemaya gider ve elektro şok sahnesinde salonu terk eder. “ ‘Seyirciler arasında benden başka elektro şok yiyen yok’ diye geçiyor aklımdan. ‘Yoksa onların da hemen filmi terk etmeleri gerekirdi’”.

Saçmaladığımı düşünsünler istemiyorum
Oğuz Atay’a gelince, onun hastalığı ‘derin’lerde… Kitap Zamanı’nın Oğuz Atay sayısında Nefise Abalı’nın kaleme aldığı “Bir Tutunamayan’ın hayatından satır başları” başlıklı yazıda ‘Hastalık’ maddesi şöyle geçiyordu: “Küçük yaşlarda, muhtemelen zatürree olan ağır bir hastalık geçirmesi yaşamı boyunca bu hastalığın izlerini taşımasına sebep olur. 1976 yılının son aylarında dayanılmaz bir baş ağrısı ve mide bulantısı, daha önce Tutunamayanlar’da kurguladığı beyin tümörünü gerçek hayatta ortaya çıkarır.” Yıldız Ecevit, Ben Buradayım… isimli kitabında, bu durumu bir nevi açıklıyor: “Oğuz Atay’ın çocukluğunda geçirdiği bu hastalık büyük bir olasılıkla, onun iç dünyasında yaşadığı çevreye yabancılaşma olgusunun ruhbilimsel nedenlerinin gerisindeki fizyolojik kökenli kaynağın kendisidir.”
Oğuz Atay, tedavi için bulunduğu Londra’da, 29 Ocak 1977 tarihli günlüğüne şöyle yazacaktır: “4 Ocak’ta St. Teresa’dan çıktım, 17 Ocak’ta ışın tedavisi başladı. Geçen hafta sonunda nezle, sonra öksürük… Gene de soğuk kış günlerini ayakta geçirmeye çalışıyorum; hafta sonları dışında her gün Surrey’e tedavi için gidiyorum. Bu aralar çok mektup geldi İstanbul’dan. (…) Birçokları benim iyileştiğimi, ‘Eylembilim’e devam ettiğimi düşünüyor. Herhalde hayat-ölüm-trajedi gibi karmaşık ilişkileri olan şeyler bekliyorlar. Oysa çoğu anlarda her şey –acıklı da olsa- çok sade ve basit geçiyor. Mesela ameliyat günü sabah önce zenci bir berber geldi, bütün saçlarımı tıraş etti. (…) Şimdi dedim uyusam ve ameliyatta ölsem, hiçbir şey duymayacağım. Hepsi bu kadar. Çok kötü hissetmedim.” 3 Ekim’deki günlükte ise şunları yazar: “İçim karışık -düşüncelerle değil, bulanık. Yalnız, vaktim ve kafam gücüm olursa ‘Eylembilim’ ve ‘Geleceği Elinden Alınan Adam’ adlı hikâyelerimi bitirmek istiyorum. İkisinin de ana hatlarını bu deftere yazmıştım, ama yazacak kuvveti ve düşünme çabasını kendimde bulamıyorum. (…) Artık kafamın bulanıklaştığını ve saçmaladığımı düşünsünler istemiyorum.”

AHMET HAŞİM VE PEYAMİ SAFA
Ahmet Haşim de hastalıklarla boğuşur. Beşir Ayvazoğlu’nun anlattığına göre 1928 yılında Haşim ciddi bir biçimde hastalanır. Kalbinden ve böbreklerinden rahatsızdır. Özellikle kireçlenen böbrekleri iflas noktasına gelmiş ve şaire büyük acılar çektiriyordur. Türkiye’de bütün tedavi yolları denenir, fakat netice alınmaz. Çünkü hastalıklarını uzun süre saklamış, daha sonra da perhizi ihmal edip ilaçlarını düzenli olarak almamıştır. Doktorlarından Nuri Fehmi Bey, ünlü hastasını şöyle anlatır: Bu hastalıkların şairi 47 yaş gibi genç bir yaşta götürmesinin sebebi merhumun hastalığını saklamasıdır. O bu ketumiyette o kadar ileri gitti ki ilaçlarını bir eczanede yaptırmaz ayrı eczanede yaptırırdı. Hastalığının ızdırabına çok göğüs gerdi.” Ama o, hastalığının verdiği korkunç ızdıraba rağmen şiir yazmaya devam ediyordu.
Peyami Safa’nın narin ve mariz bedeni de uzun süren hastalıkların ve tedavilerin yorgunluğunu taşır. 1908 yılında başlayan bir hastalık yüzünden kendini birden doktorların, hastabakıcıların, ilaç kokularının, psikoloji ve tıp kitaplarının ortasında bulur. Henüz dokuz yaşındadır; sağ kolunda başlayan ve onu on yedi yaşına kadar acılar ve psikolojik buhranlar içinde kıvrandıran bir mafsal iltihabı başlamıştır. Peyami bu hastalık yüzünden zayıf kalır ve yeterince gelişemez. Hastalığı, Peyami’nin kendine güvenini yitirerek derin bir aşağılık duygusuna kapılmasına yol açmıştır. Oğlu Merve’nin ölümü son zamanlarda sıhhati epeyce bozuk olan Peyami Safa’yı epeyce sarsmıştı. Doktoru Recep Doksat, bir yıldır gitgide artan bir halsizliğinin bulunduğunu belirterek “Onun her gün azar azar eridiğini görüyorduk.” diyor. Peyami Safa, romanlarındaki hastalıklar, hastane ve ilaçlar konusundaki derin bilgisini, acıyla geçen bu uzun hastalık yıllarına borçludur. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndaki çocuk, odur bir bakıma…
Virginia Woolf da ruh hastalığıyla neredeyse çocuk yaşta tanışan yazarlardan. Woolf yetişkin ömrünü hastalığını kontrol altına almaya çalışarak geçirir. “Hastalığın belirtilerini not etmeliyim, bir dahaki sefere tanıyabilmek için” diye not düşer günlüğüne:  “İlk gün insan feci oluyor; ikinci gün mutlu”. Bir başka gün; “Birden yüreğim ağzıma geldi, sonra durdu; gırtlağımın grisinde o garip acılığın tadını aldım; nabzım kafama sıçradı, zonkladı da zonkladı, daha da vahşice, daha da hızla. Bayılacağım dedim, iskemlemden kaydım ve çimenlerin üzerine yuvarlandım. Hayır, bilincimi kaybetmiş değildim. Yaşıyordum; ama kafamda o koşuşturan sürü vardı; dört nala giden, yere vura vura. Eğer bu böyle giderse beynimde bir şey patlayacak diye düşündüm”.

LODOSTAN BAŞI TUTANLAR…
Bedensel zafiyet yazara ama en ziyade kadın yazara yakıştırılır. Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi’nde Halide Edip, “bünyesi zayıf” diye nitelenmektedir. Yine aynı kaynak Fatma Aliye’nin, kızı rahibe olduğu için üzüntüden sağlığının bozulduğunu ve ölümüne bu ruhsal incinmenin önayak olduğunu belirtir. Oysa aynı kaynak, Tevfik Fikret’in, oğlunun bir başka dini benimsemesi karşısında kapıldığı hayal kırıklığını, ölümüne yol açacak bir vesile olarak ele almaz.
Tezer Özlü, Virginia Woolf ve Slyvia Plath, kadın yazarlardan sinsice, netameli bünye talep eden edebiyatseverlerin baş tacı ettiği yazarlardır. Her üçü de ruhsal problemlerinin yanı sıra rüzgardan nem kapacak kadar zayıf ve narindirler. Woolf, sık sık baş ve diş ağrılarından kıvranıp yataklara düşer “Kanayan dişetlerimi çalkalamak üzere yukarı çıktım”, “İşte ateşim arttı; fakat şimdi de düştü”, “Q’nun doğum günü partisinin ortasında düştüm bayıldım; sonra bir on beş gün yattım baş ağrısının o tuhaf, suyla kara arası hayatını sürdürdüm”. Tezer Özlü bir röportajında hiç sevmediği insan tipleri arasına lodostan başı tutmayanları da yerleştirir. Plath’in intiharına kapıyı aralayan süreç kocasının kendisini başka bir kadın için terk etmesiyse; durumu ağırlaştıran sebeplerden biri de bitmez tükenmez sinüzit ağrılarıdır.
Elizabeth Barrett Browning, hastalıklı kadın şair mitinin kusursuz bir örneğiyken sağlıklı bir hayata yelken açmasıyla efsanenin hem kurucusu hem de yıkıcısı sayılabilir. Ciğerlerinde bir damar koptuğu için çocukluğundan itibaren sürekli hasta olan yazar; otoriter ve aşırı korumacı babasının da etkisiyle yıllarını yatakta geçirir. Kızının evlenip gitmesini istemeyen bu dindar baba, onu hasta odasına kapatır ve bir tür manastır hayatına mahkum eder. Barrett’in yatağında yazdığı şiirler büyük başarı kazanır. 39 yaşındayken şiirlerine hayran Robert Browning’le tanışır, aşık olur ve İtalya’ya kaçıp evlenirler. O yaşa kadar can çekiştiği sanılan şair hasta odasından çıkar çıkmaz canlanır, 43 yaşındayken bir çocuk sahibi olur ve ön beş yıl boyunca sağlıklı ve zinde bir hayat sürer.
Iris Murdoch ise tersine, esenlik içinde geçirdiği ömrünün son yıllarında alzheimer’a yenik düşer ve yazdığı eserlerin adlarını dahi hatırlayamaz. Başlı başına bir Canetti romanı olabilecek hastalığının ironikliği ancak Cemil Meriç’in miyopiye yakalanıp yavaş yavaş kör olmasıyla kıyaslanabilir. Önceleri sandalye tepelerinde, tavandaki ampüle yaklaşarak da olsa okuyabilen Meriç, görme yetisini tamamen kaybettiğinde kitapları kızına sesli okutmak zorunda kalır.
Bedensel zafiyetin muafiyete dönüştüğü yazarlar da vardır. Ensest, şiddet ve entrika romanlarının büyük ismi V. C. Andrews, gençliğini tekerlekli iskemlede geçirmek zorunda kalır. Çocuk melodramlarının lordu Kemalettin Tuğcu’nun bir bacağı yanlış tedavi yüzünden ömür boyu sakat kalır.

GÜLÜNÇ AMA ACILI: ROMATİZMA
Nurullah Ataç, yaşlılara özgü görülen ve kimseciklerce romantik bulunmayan ama kendisinin canına okuyan romatizma ağrılarından bahsederken bile mahcubiyetinden kurtulamaz “Aman ne gülünç hastalık o!… Üç beş güne kadar, belki de daha çabuk geçecek bir kol, bacak ağrısını gözlerinde büyültüyor, büyültüyor, etraflarına tabiatın, insanların en büyük zulmüne uğramış gibi bakıyorlar. Hastanedeki günlerimi, en manasız şeyler için zile basıp adam çağırdığımı, ağrılarım belki pek o kadar artmadan da şikâyet ettiğimi, inlediğimi hatırladıkça kendi kendimden utanıyorum”. Anladığımız kadarıyla Ataç’ın canı birazcık tatlıdır: “Ağrıya, sızıya ses çıkarmadan katlananları, Eyüp Peygamberi anlayamıyorum. Onlarınki büyük, insanı aşan bir kuvvet!…”. Coleridge, romatizma ağrılarından kurtuluşu afyonda bulur. İlerleyen zamanlarda afyon onun için romatizmadan çok daha büyük bir dert haline gelecek; şair bu bağımlılıktan kurtulmak için hastaneye yatmak zorunda kalacaktır.
Yüzyıllar boyunca insanlığa ve yazarlara musallat olan verem, karanlık tahtını kansere devretmiş gibi görünüyor. Reşat Nuri Güntekin’den James Baldwin’e; William Saroyan’dan Sevgi Soysal’a kadar pek çok insan, aylarca hatta yıllarca boğuştukları kansere yenik düşmektedir. Yine Metafor Olarak Hastalık’ta Sontag’ın veremden sonra kanserin de metaforik bir olguymuşçasına ele alınmasını eleştirir.
Hiçbir hastalık, en azından çeken için metaforik bir olgu değildir. Mansfield, “Katherine Mansfield’ın Eziyetli Kısa Serüveni” başlıklı şiirinde bunu tüm acılığıyla ortaya koyar:

“Jamaica’dan gelen bir hekim
Dedi ki: ‘Bu kez ya onaracağım onu ya da kıracağım.
Serum takacağım ona;
Dayanamazsa
Sıradaki ölü kaldırıcısını çağıracağım.’
Locum tenens’ini, Doktor Byam,
Dedi ki: ‘Pekala dostum, deneyeceğiz.
Çırağım ben çünkü, Streptomisin şırıngalamakta,
Siam’da cerrahlık yaptım çünkü.’
Hasta New Zealing’den seslendi.
Dedi ki: ‘Duygularıma aldırmayın lütfen,
İnanıyorsanız
Ağrının sürmeyeceğine
Burada yatıp gökyüzüne gülümseyeceğim.”
(…)

KANSERE YENİK DÜŞENLER
Sabri Altıel, Zihni Anadol, Fakir Baykurt, Necati Cumalı, Aziz Çalışlar, Reşat Nuri Güntekin, Hakkı Süha Gezgin, Halikarnas Balıkçısı, Mustafa Irgat, Bilge Karasu, Mithat Cemal Kuntay, Tezer Özlü, Sevgi Soysal, Füsun Akatlı
Yelda Eroğlu – Kitap Zamanı


edebiyathaber.net 

28 Haziran 2012 Perşembe

ŞAHİKA - 48 SANİYE

ŞAHİKA - 48 SANİYE

48 saniyede proplemleri çözme ve kendinle yüzleşme sanatı

“Sanki gemisini başıboş bırakmış bir kaptan gibiydim. Öylesine sürükleniyor, kontrolü elimde tutmak bir yana hep durumu kurtarmaya çalışıyordum. Ve hayat bir dümenin başında, gemiyi kullanmayı öğrenemeden geçip gidiyordu.
Ama bir gün bildiğim her şeyin başkalarının doğrusu olduğunu ve çektiğim her acının bildiklerimle ilişkisini anladım. O an, beni memnun etmeyen hallerden yavaş yavaş sıyrılmaya başladım.
Ve fark ettikçe değiştirdim:
Hayır dersem insanlar beni sevmez zannederdim, değiştirdim.
Sınırlar koymadan yaşardım, değiştirdim.
Temel önceliğim karşımdakinin memnuniyetiydi, değiştirdim.
Kendimi tanımaz, kendimle zaman geçiremezdim, değiştirdim.
Alışkanlıklarım bağımlılığa dönüşürdü, değiştirdim.
Kafamın içinde sürekli konuşan başka bir ben vardı, değiştirdim.
Anda olmanın keyfini her zaman çıkaramazdım, değiştirdim.
Eski eşyaları, anılarıyla saklardım, değiştirdim…
Bir de baktım ki artık kaptan benim!
Siz de bu kitaptaki ALTI MESAJI takip ederek, kendinizle yüzleşerek, problemlerinizi çözmeyi deneyebilir ve böylece 48 SANİYE’nin SIRRINA erişebilirsiniz.
Deneyin, seveceksiniz…

Destek Yayınları

27 Haziran 2012 Çarşamba

Mucizeler Dükkanına Dönüş

Arka Kapak

İsteyince, her sorunun bir çözümü olduğunu anlıyor insan...

Aşkın ve arkadaşlıkların filizlenerek çoğaldığı, zamanla sımsıcak ilişkilere dönüştüğü bir sokak hayal edin.

Her iki yanında kapısını çalabileceğiniz, bir bardak çay eşliğinde sevdiklerinizle sohbet edebileceğiniz, içinizi ısıtan dükkânların dizili olduğunu düşünün. Aydınlığa açılan umut dolu bir dünyaya girmenin, hüzün ve mutluluğun bir arada sunulduğu, doyumsuz yaşam öykülerine tanıklık etmenin vakti gelmiş demektir.

Debbie Macomber, Mucizeler Dükkânına Dönüş adlı romanıyla iyi-kötü her yaşanmışlığın bir tecrübe olarak bizlere geri döndüğünü bir kez daha kanıtlıyor.

"Debbie Macomber, aşkın ve arkadaşlığın mucizevi yönlerini kimsenin aktaramayacağı güzellikte anlatıyor."
BookPage

"Macomber'ın son kitabı Mucizeler Dükkânına Dönüş, hayatınıza enfes bir lezzet katıyor."
Publishers Weekly

"Macomber'in tanıdık karakterleriyle birlikte, arkadaşlığın ve aşkın kol gezdiği muhteşem bir dünyada gezintiye çıkmaya hazır olun.
Kitabı okurken alacağınız keyfin tarifi yok!"
Booklist

"Sorunların, insanları gerçek dostluklara ve sevgiye sürükleyişinin büyüleyici hikâyesine tanıklık edeceğiniz sımsıcak bir roman..."
RT Book Review

25 Haziran 2012 Pazartesi

Ahmet Çağlayan - : “Ş”.

Ahmet Çağlayan’ın bir eşkıyanın gerçek yaşam öyküsünden uyarladığı sarsıcı ilk romanı: “Ş”. Onunla beraber uzaklara gidecek, dağları dolaşacak, düşsel ama gerçek bir hikâyeye dalacaksınız… İyi kalpli eşkıya “Ş” ile mutlaka tanışın.

Lise yılları henüz bitmişti. Duygularımı mantıkla harmanlamaya çalıştığım ve bunu bir türlü beceremediğim, ki insanoğlunun genellikle akıl ve duygu yarışında, duygularının galip geldiği garip bir canlı olduğunu o yıllarda keşfetmiştim. Akıl, “yanlış” diye arada bir sinyal gönderse de güdülerimiz aşırı bir tutkuyla o eylemi yapmaya odaklanmışsa, akıl bir süre sonra bu yarışa yenik düşüp dahası, yenik düştükten sonra, “yanlış” diye uyardığı o eyleme kılıf bulmaya çalışır ve akıl bu konuda oldukça yaratıcı olduğundan, sonunda uygun kılıfı da çok geçmeden bulur. İşte o duygu ve akıl arasındaki “gel-git”in yoğun olduğu dönemde, bir gün Leylamın aniden ortadan kaybolduğunu fark ettim. O anı yaşamayan birinin bu duygunun, hiçbir zaman anlayamayacağı türden bir cehennem olduğunu bildiğimden, bunu anlatmaya çalışmayacağım... Leylam da inandığı değerler uğruna bir grup arkadaşıyla bir gece yarısı, yüreğimde derin bir yara ile birlikte her şeyini geride bırakarak dağa çıkmıştı…

Sadece, beni tanıyan biriyle kısa bir not bırakmıştı ardından. Kenarları buruşmuş sarı bir zarf içerisinde ve aceleyle yazıldığı belli olan mesaj, tek bir cümleydi;
“Beni ve bu sokağımızı unutma” demişti…

Yitik Ülke Yayınları

20 Haziran 2012 Çarşamba

PİRAYE - CANAN TAN

Kızıl saçlıymış Piraye.

Kendimi, keşke ben de kızıl saçlı olsaydım, diye hayıflanırken yakaladım kaç kez...

Okudukça, dizelerin arasına dalıp kendimden geçtikçe, tehlikeli bir biçimde özdeşleşiyordum Piraye'yle.

Tiyatro sahnemde, bundan sonraki rolüm belliydi artık. Nâzım Hikmet'in Piraye'si rolünü oynamak...

Peki bana eşlik edecek oyuncu kim olacaktı?

Bunu düşünmek hile anlamsızdı; karşımda Nâzım vardı ya...

ŞİİR YÜZLÜ PİRAYE... kendi yazdığı senaryolarda yaşıyor.

...Kim olursa olsun; evleneceğim insan, benim varlığımı yok sayarak bir başkasıyla beraberlik yaşayacak ve ben buna seyirci kalacağım ha...

Yazgıymış!

İnanmıyorum yazgıya falan... Onu yaratan da, şekillendiren de bizleriz.

Benim yazgım kendi çizeceğim yoldur!

O yolda beraber yürümeyi kabullendiğim insanı da kimseyle paylaşamam ben...

YAZGIYA BİLE KAFA TUTACAK KADAR YÜREKLİ... Özgürlüğe âşık!

Ancak, başkaları tarafından yerinden oynatılan kilometre taşlarının, gene başkalarınca gelişigüzel dizilmesiyle önüne serilen yolda yürümeye mecbur bırakılınca... İşler değişiyor.

...Hiç hayıflanma, o şiirsellikten uzak düştün diye. Gözlerini aç ve o günlerde göremediğin gerçeği gör artık...

Nâzım da o sevda yüklü dizelerini eliyle bir kenara itip, daha sıcak bulduğu kollara koşmamış mıydı?

Haşindin yaptığı, onunkinden çok mu farklı?

..Kendince tanrılaştırdığın tapınmaktan gurur duyduğun putların, gerçekte basit birer taş parçası olduğunu ne zaman kavrayacaksın?

Ama, gönlün gerilerde bir noktaya takılı kaldıysa eğer, sevinebileceğin bir gerçeklik duruyor orada.

İşte şimdi, Nâzım'ın kızıl saçlı Piraye'siyle tam olarak özdeşleştin.

Kutlu olsun.

Fırtına gibi bir yaşam öyküsünün başoyuncusu oluveriyor PİRAYE...


Canan Tan
Altın Kitaplar Yayınevi 

Can Dündar - Aşka Veda

"Ya benimsin ya toprağın," şişinmesi, kaç mezarı, kaç koğuşu doldurdu. Oysa biz, "Sevgi neydi?" sorusuna Selvi Boylum'dan aklımıza kazınmış bir replikle, "Sevgi emekti," karşılığını veregelmiş bir topluma dahiliz. Sevdayı evvela fedakarlık diye biliriz.''

Alıntı: Can Dündar / Aşka Veda Syf: 181

19 Haziran 2012 Salı

Dali ve Ben

Dali ve Ben

Arka Kapak

SALVADOR DALI? DELİ Mİ? DAHİ Mİ?

 
Tarihin en fazla taklit edilen, eserleri en fazla kopyalanan ve satılan sanatçısı…
Çılgın bir dahi… Ve aynı zamanda bir kalpazan mı?
Belçikalı sanat eserleri komisyoncusu Stan Lauryssens kendini Dali'nin gerçeküstü motifleriyle benzenmiş, sadece paranın gerçek olduğu bir dünyada buluyor ve Dali'den Andy Warhol'a, Beatles'dan Frank Sinatra'ya, Elvis'ten Picasso'ya kadar birbirinden ünlü isimlerle yaşadığı gerçek(üstü) olaylarla çağdaş sanatın yakın tarihini gözler önüne seriyor. 



Stan Lauryssens'in hareketli ve eğlenceli hayat öyküsü sanat dünyasının pek az bilinen bir köşesine, üstelik tüm ayrıntılarına ışık tutuyor.
Elinizde tuttuğunuz kitaptan beyazperdeye uyarlanan, Al Pacino'nun Salvador Dali'yi canlandıracağı, yönetmenliğini 'The Truman Show' ve 'Lord of War' filmlerinin yaratıcısı Andrew Niccol'un yapacağı ve şimdiden Oscar Ödülleri'nin en büyük favorisi olarak gösterilen film 2009'da sinema severlerle buluşacak.


April Yayıncılık




8 Haziran 2012 Cuma

 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde tedavi gören şair ve yazar Abdürrahim Karakoç vefat etti.

Abdürrahim Karakoç'un oğlu Türk İslam Karakoç, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Karakoç'un bugün hayatını kaybettiğini söyledi.

Karakoç, 46 gündür Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde tedavi görüyordu.

Abdürrahim Karakoç’un cenaze namazı, cuma namazına müteakip Kocatepe Camisi’nde kılınacak.

Ünlü şair ve edebiyatcımıza Allah'tan rahmet , yakınlarına başsağlığı dileriz.

Kitap Network

4 Haziran 2012 Pazartesi

Hannah Arendt / Dünya Aşkıyla

Hannah Arendt / Dünya Aşkıyla
Yazar:Elisabeth Young-Bruehl

Arka Kapak

Hannah Arendt hiç kuşkusuz 20. yüzyılın en büyük felsefecilerinden biri. Dahası, felsefecinin aynı zamanda bir kamusal entelektüel ve politik şahsiyet olarak önem taşımasının en güçlü örneklerinden. "Çağının tanığı" sıfatını, müdahil bir tanık olarak hak eden bir şahsiyet... Ölümünden sonra, kendi eserlerinin yanında onun düşüncesi üzerine yazılanlar başlıbaşına bir literatür oluşturdu. Elisabeth Young-Bruehl'in yazdığı Arendt biyografisi, bu literatür içinde müstesna bir yere sahiptir ve klasikleşmiştir. Tam teşekküllü bir biyografi elinizdeki: Arendt'in yaşam hikâyesini entelektüel macerasıyla iç içe anlatıyor. Bir düşünce tarihi incelemesi ve sanki bir 'roman', aynı zamanda... Arendt'in düşüncesinin oluşumuyla kişisel dramının seyri, birbirinin dekoruna dönüşmeden, önümüze seriliyor.

"Dönem romanı" boyutunu da gözardı etmemeli. Arendt'in 1906'dan 1975'e uzanan ömrü, 20. yüzyılın büyük olaylarına tanıklık ediyor. Odakta, Nazi iktidarı ve Yahudi soykırımı var.Arendt erdemi "kamusal"da, politik olanda arayan bir düşünürdü. Onun dünyası, "dünyaya" duyulan iştahla doluydu: "Dünyaya açılmak", "dünya üzerinde evinde hissetmek", onun özlemleridir. Bu mükemmel biyografi de, Arendt'in dünyasıyla beraber tüm dünyaya açılıyor.

İletişim Yayınları
Çevirmen:Ali Selman

31 Mayıs 2012 Perşembe

Charles Bukowski / Pis Moruğun Notları II

Charles Bukowski / Pis Moruğun Notları II

İÇERİK TANITIMI: Charles Bukowski’nin ölümünden sonra bulunmuş, daha önce hiç kitaplaşmamış öyküleri ilk kez Türkçe’de.


Harry bara girip oturdu. “Sulu skoç,” dedi barmene. Harry’nin barlara dair bazı düşünceleri vardı. İnsanlığın ikinci en aşağılık türünden geçilmezlerdi. Birinci en aşağılık türü hipodromda bulabilirdiniz. Harry hipodromdan az önce çıkmış biri olarak bütünüyle anlamsız bir günü tamamlıyordu. Müzik dolabı suskundu ve kimse bilardo oynamıyordu en azından. Bir bara girip sarhoş oluncaya kadar aynaya bakmanın mümkün olduğu o eski günleri hatırladı. Ya da birini marizlerdin, ya da biri seni marizlerdi. O zamanlar hipodromda kazanmak da mümkündü ve arada sırada klas bir hatunla tanışırdın. Ama sızlanmanın yararı neydi? Herkes aynı dünyada yaşıyordu. Ya da öyle diyorlardı. İlk içkiyi hakladı, bir tane daha söyledi.

Pis Moruğun Notları II’de Charles Bukowski'nin ölümünden sonra bulunmuş, daha önce hiç kitaplaşmamış eserleri yer alıyor. Bu eserlerin çoğu çeşitli yeraltı dergilerinde yayınlanmış.

Parantez Yayınları