Bronte Kardeşler veremden öldü. Dostoyevski saralıydı. Virginia Woolf ruhsal bunalımlardan çok çekti. Nurullah Ataç’sa romatizma olduğunu söylemeye utanırdı… Yazarlar da herkes gibi hastalanır ve ıstırap çeker.19.
asırdan günümüze, hastalıklar nasıl değişti ve çeşitlendi? Kimler hangi
hastalıkla pençeleşti ve bu, eserlerine nasıl yansıdı?
Okurun gözünde yazar, bir vekil ruhtur. Kendisinin ayak basmaya
cesaret edemeyeceği yerlere gitmeli, bakmaya korktuğu kuyulardan su
çekip, aklının ucundan dahi geçmeyecek olaylardan söz etmelidir. Okurun
gözünde yazar, bir modern zaman keşişidir. Kendisinin bölük börçük
acılarını şahsında yoğunlaştırarak kristalize etmeli ve izlenimlerini
yazı çile hanesinden bir bir rapor etmelidir.
Tıpkı mutlu bir yaşam gibi sağlıklı bir bünye de yazarın okur
gözündeki imgesine yakışmamaktadır. T. Gautier, “45 kilodan ağır çeken
birini lirik şair olarak kabul etmezdim” der. Fesat bir yorumcu bu
cümleden, romancıların 45 kilodan fazla çekmeye hakları olduğunu
çıkartabilir. Ancak kazın ayağı öyle değildir. Balzac, kan damlayan
yanakları ve haşmetli cüssesiyle edebiyat dünyasına adım attığı ilk
günlerde fazlasıyla yadırganmış ve ömrü boyunca, doymak bilmez iştahıyla
ilgili alaylara göğüs germek zorunda kalmıştır. Windsor Düşesi’nin
dediği gibi “İnsan ne yeteri kadar zengin ne de yeteri kadar zayıf
olabilir”.
“ROMANTİK BİR HASTALIK”: VEREM
Dünyevi hazlara karşı isteksizlik, ruhani bir saflığı çağrıştıracak
tensel saydamlaşma, aşırı tutku ve isteklerin belirtisi sayılabilecek
ani kızarmalar, ateşli bir aktiviteyle derin bir tevekkül arasında gidip
gelen ruhi salınımlar ve uçmak üzere denilecek kadar zayıflamış bir
beden… İdeal bir yazar imgesine giydirilebilecek tüm bu semptomlar verem
hastalığında mevcuttur.
Ve 18. yy’den itibaren verem, romantik karakterin en önemli vasıflarından biri haline gelir. Susan Sontag Metafor Olarak Hastalık
adlı eserinde bu olguyu, “Aristokrasinin artık bir güç sorunu olmaktan
çıkıp daha ziyade bir imaj sorunu durumuna” gelmesine bağlar. Camille
Saint- Seans, “Chopin vereme yakalandığında üzerine daha bir zarafet ve
incelik gelmişti” diye yazar. Bilinemez bir sır yüzünden acı çeken
Byronvari kahramanın mucidi Lord Byron aynaya bakıp “Solgun görünüyorum”
diye kurumlanır, “Veremden ölmek isterdim”. Shelley verem hastası
arkadaşı Keats’i “Verem, özellikle senin yazdığın gibi iyi dizeler yazan
insanları seven bir hastalık” diye avutmaya çalışır.
Bronte
Kardeşler içinse verem, romantik bir imgenin değil neredeyse bir toplu
kıyımın ismidir. Önce annelerini, iki ablalarını sonra da çok sevdikleri
ağabeylerini genç yaşlarında bu illete kurban verdikleri yetmiyor gibi
Anne 29, Emily 30, Charlotte ise 38 yaşında veremden ölürler.
İngiltere’de bir papazevinde yaşanan bu trajedi bir anlamda Türkiye’de
de tekrarlanır; 40’ların Zonguldak’ında üç genç veremli şair, Rüştü
Onur, Kemal Uluser ve Muzaffer Tayyip Uslu, daha 30’larına basmadan
hayatlarını kaybederler.
35 yaşında yine veremden ölen Katherine Mansfield, hastalığının
aşamalarını günlüğüne ayrıntılarıyla not eder. “21 Mayıs, Salı gecesi:
Ateşim 101.2. Ciğerimde korkunç bir ağrı var. Uzun bir öksürük nöbetine
tutuldum; kan tükürmedim. Öksürük yüzünden çok az uyudum; kanla karışık
balgam çıkardım”. Sevgilisiyle ilişkisinden bahsederken hastalığının
romantik çağrışımlarıyla acı acı dalga geçer “Hastalığım çok işe yaradı;
romantik bir hastalık çünkü (‘romantik görünüş’e alabildiğine
düşkündü)”.
Mansfield’ın dünyada en sevdiği yazar Çehov da veremden muzdaripti.
Yazar güncesine idolünün hastalık notlarını da aktarır. Komşusu bir
prensle beraber yürüyüş yapan Çehov, ansızın göğsünde müthiş bir ağrı
hisseder. İlk düşüncesi, yabancıların önünde düşüp ölmenin ne kadar
yakışıksız kaçacağıdır.
ÇİLELİ AYDINLANMA: SARA
Dostoyevski
sayesinde sara, veremden sonraki en “edebi hastalık” haline gelmiştir.
Ömrü boyunca sara hastalığından çeken ve bir oğlunu da henüz bebekken bu
hastalıktan kaybeden yazar; romanlarında da saralı kahramanlara bol bol
yer verir. Budala’da Prens Mışkin’in sara nöbetleri aynı zamanda birer
aydınlanma ve arınma nöbetleridir: “Ama bu ışıldayan anlar, ardından
hemen nöbetin başlayacağı son saniyenin öncü belirtilerinden başka bir
şey değildiler. Bu sözle anlatılamazdı elbette… Değil mi ki ben bu
dakikada, yaşamın en yüksek senteziyle birlikte, bir duanın akışı
içinde, o ana dek görülmemiş, beklenmedik, olağanüstü bir bütünlük,
ılımlılık, yatışma, eriyip kaynaşma duygusuna kapılıyorum. Öyleyse bunun
bir hastalık oluşunun ne önemi var?” Yazar bizzat geçirdiği nöbetlere
de aynı ruhani anlamı yüklemekten çekinmez: “O an için, normal zamanda
tasarlanması mümkün olmayan, hele başkalarının akıllarının kıyısından
bile geçirmeyecekleri bir mutluluğu tanıyordum. Kendimde ve dünyada tam
bir uyum buluyordum ve bu duygu öyle güçlü öyle tatlıydı ki insan bu
hazzın birkaç saniyesini ömrünün on yılıyla, hatta belki de tüm
yaşamıyla değişebilirdi.” Ancak nöbetlerin dışarıdan görüntüsü hiç de bu
kadar metaforik değildi; kasılmalar, ağızdan gelen salyalar,
böğürtüler, bayılıp düşerken gerçekleşen yaralanmalar ve hepsini takip
eden bir zihinsel durgunluk.
Dostoyevski’nin sara hastalığının başlangıcına dair yaygın efsane
alabildiğine semboliktir. Pinti babasından yine para koparamayan genç
Dostoyevski içten içe onun ölmesini diler. Akabinde babanın ölüm haberi
gelir. Haber, acıyla beraber onulmaz bir suçluluk duygusunu ve bu da ilk
sara nöbetini tetikler… Oysa Edward Hallet Carr’a göre Rusça kaynaklar
ve bizzat yazarın mektupları bu iddiayı yalanlamaktadır. Dostoyevski’nin
sara nöbetleri, babasının ölümünden sekiz dokuz yıl sonra ortaya
çıkmıştır.
Flaubert
de saradan muzdarip olmasına rağmen Dostoyevski’den farklı olarak hiç
de romantik bir duyarlılığa sahip olmadığı için hastalığını sofistike
etmek bir yana bahsetmek dahi istemez. Romanlarındaki karakterlerinde de
bu hastalıktan iz bulunmaz. Sara bir tarafa, Dostoyevski’nin ölümü de
son derece romanesktir. Masasında yazı yazmaktayken kalemi yere düşer ve
onu almak için eğildiğinde ağzından kan gelmeye başlar. Uzun süren bir
akciğer hastalığının son günleri…
Yazmanın son derece akılcı bir iş olduğunu kabullenemeyen okurlar
için bir yazarın ruh hastalığının pençesine düşmesi hiç de şaşırtıcı
değildir. Ruhsal hastalıkların edebi güçten çaldıkları mı kattıkları mı
bir solukta yanıtlanabilecek bir soru değildir elbette. Kesin olan, bu
hastalıkların hem semptomlarının hem de tedavilerinin son derece acılı
bir süreç olduğudur.
Çağdaş yazarlardan Elizabeth Wurtzel, Prozac Toplumu adlı
otobiyografik romanında, ruh hastalığının hayattaki birçok şey gibi
yazmayı da nasıl zorlaştırdığını ince ince anlatır. Slyvia Plath yine
otobiyografik romanı Sırça Fanus’ta, yaşadığı elektro şok tedavisine tüm
korkunçluğu ve çıplaklığıyla yer verir. Tezer Özlü Çocukluğun Soğuk
Geceleri’nde Guguk Kuşu filmini izlemek için sinemaya gider ve elektro
şok sahnesinde salonu terk eder. “ ‘Seyirciler arasında benden başka
elektro şok yiyen yok’ diye geçiyor aklımdan. ‘Yoksa onların da hemen
filmi terk etmeleri gerekirdi’”.
Saçmaladığımı düşünsünler istemiyorum
Oğuz Atay’a
gelince, onun hastalığı ‘derin’lerde… Kitap Zamanı’nın Oğuz Atay
sayısında Nefise Abalı’nın kaleme aldığı “Bir Tutunamayan’ın hayatından
satır başları” başlıklı yazıda ‘Hastalık’ maddesi şöyle geçiyordu:
“Küçük yaşlarda, muhtemelen zatürree olan ağır bir hastalık geçirmesi
yaşamı boyunca bu hastalığın izlerini taşımasına sebep olur. 1976
yılının son aylarında dayanılmaz bir baş ağrısı ve mide bulantısı, daha
önce Tutunamayanlar’da kurguladığı beyin tümörünü gerçek hayatta ortaya
çıkarır.” Yıldız Ecevit, Ben Buradayım… isimli kitabında, bu durumu bir
nevi açıklıyor: “Oğuz Atay’ın çocukluğunda geçirdiği bu hastalık büyük
bir olasılıkla, onun iç dünyasında yaşadığı çevreye yabancılaşma
olgusunun ruhbilimsel nedenlerinin gerisindeki fizyolojik kökenli
kaynağın kendisidir.”
Oğuz Atay, tedavi için bulunduğu Londra’da, 29 Ocak 1977 tarihli
günlüğüne şöyle yazacaktır: “4 Ocak’ta St. Teresa’dan çıktım, 17 Ocak’ta
ışın tedavisi başladı. Geçen hafta sonunda nezle, sonra öksürük… Gene
de soğuk kış günlerini ayakta geçirmeye çalışıyorum; hafta sonları
dışında her gün Surrey’e tedavi için gidiyorum. Bu aralar çok mektup
geldi İstanbul’dan. (…) Birçokları benim iyileştiğimi, ‘Eylembilim’e
devam ettiğimi düşünüyor. Herhalde hayat-ölüm-trajedi gibi karmaşık
ilişkileri olan şeyler bekliyorlar. Oysa çoğu anlarda her şey –acıklı da
olsa- çok sade ve basit geçiyor. Mesela ameliyat günü sabah önce zenci
bir berber geldi, bütün saçlarımı tıraş etti. (…) Şimdi dedim uyusam ve
ameliyatta ölsem, hiçbir şey duymayacağım. Hepsi bu kadar. Çok kötü
hissetmedim.” 3 Ekim’deki günlükte ise şunları yazar: “İçim karışık
-düşüncelerle değil, bulanık. Yalnız, vaktim ve kafam gücüm olursa
‘Eylembilim’ ve ‘Geleceği Elinden Alınan Adam’ adlı hikâyelerimi
bitirmek istiyorum. İkisinin de ana hatlarını bu deftere yazmıştım, ama
yazacak kuvveti ve düşünme çabasını kendimde bulamıyorum. (…) Artık
kafamın bulanıklaştığını ve saçmaladığımı düşünsünler istemiyorum.”
AHMET HAŞİM VE PEYAMİ SAFA
Ahmet Haşim de hastalıklarla boğuşur. Beşir Ayvazoğlu’nun anlattığına
göre 1928 yılında Haşim ciddi bir biçimde hastalanır. Kalbinden ve
böbreklerinden rahatsızdır. Özellikle kireçlenen böbrekleri iflas
noktasına gelmiş ve şaire büyük acılar çektiriyordur. Türkiye’de bütün
tedavi yolları denenir, fakat netice alınmaz. Çünkü hastalıklarını uzun
süre saklamış, daha sonra da perhizi ihmal edip ilaçlarını düzenli
olarak almamıştır. Doktorlarından Nuri Fehmi Bey, ünlü hastasını şöyle
anlatır: Bu hastalıkların şairi 47 yaş gibi genç bir yaşta götürmesinin
sebebi merhumun hastalığını saklamasıdır. O bu ketumiyette o kadar ileri
gitti ki ilaçlarını bir eczanede yaptırmaz ayrı eczanede yaptırırdı.
Hastalığının ızdırabına çok göğüs gerdi.” Ama o, hastalığının verdiği
korkunç ızdıraba rağmen şiir yazmaya devam ediyordu.
Peyami Safa’nın narin ve mariz bedeni de uzun süren hastalıkların ve
tedavilerin yorgunluğunu taşır. 1908 yılında başlayan bir hastalık
yüzünden kendini birden doktorların, hastabakıcıların, ilaç kokularının,
psikoloji ve tıp kitaplarının ortasında bulur. Henüz dokuz yaşındadır;
sağ kolunda başlayan ve onu on yedi yaşına kadar acılar ve psikolojik
buhranlar içinde kıvrandıran bir mafsal iltihabı başlamıştır. Peyami bu
hastalık yüzünden zayıf kalır ve yeterince gelişemez. Hastalığı,
Peyami’nin kendine güvenini yitirerek derin bir aşağılık duygusuna
kapılmasına yol açmıştır. Oğlu Merve’nin ölümü son zamanlarda sıhhati
epeyce bozuk olan Peyami Safa’yı epeyce sarsmıştı. Doktoru Recep Doksat,
bir yıldır gitgide artan bir halsizliğinin bulunduğunu belirterek “Onun
her gün azar azar eridiğini görüyorduk.” diyor. Peyami Safa,
romanlarındaki hastalıklar, hastane ve ilaçlar konusundaki derin
bilgisini, acıyla geçen bu uzun hastalık yıllarına borçludur. Dokuzuncu
Hariciye Koğuşu’ndaki çocuk, odur bir bakıma…
Virginia Woolf da ruh hastalığıyla neredeyse çocuk yaşta tanışan
yazarlardan. Woolf yetişkin ömrünü hastalığını kontrol altına almaya
çalışarak geçirir. “Hastalığın belirtilerini not etmeliyim, bir dahaki
sefere tanıyabilmek için” diye not düşer günlüğüne: “İlk gün insan feci
oluyor; ikinci gün mutlu”. Bir başka gün; “Birden yüreğim ağzıma geldi,
sonra durdu; gırtlağımın grisinde o garip acılığın tadını aldım; nabzım
kafama sıçradı, zonkladı da zonkladı, daha da vahşice, daha da hızla.
Bayılacağım dedim, iskemlemden kaydım ve çimenlerin üzerine yuvarlandım.
Hayır, bilincimi kaybetmiş değildim. Yaşıyordum; ama kafamda o
koşuşturan sürü vardı; dört nala giden, yere vura vura. Eğer bu böyle
giderse beynimde bir şey patlayacak diye düşündüm”.
LODOSTAN BAŞI TUTANLAR…
Bedensel zafiyet yazara ama en ziyade kadın yazara yakıştırılır.
Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi’nde Halide Edip,
“bünyesi zayıf” diye nitelenmektedir. Yine aynı kaynak Fatma Aliye’nin,
kızı rahibe olduğu için üzüntüden sağlığının bozulduğunu ve ölümüne bu
ruhsal incinmenin önayak olduğunu belirtir. Oysa aynı kaynak, Tevfik
Fikret’in, oğlunun bir başka dini benimsemesi karşısında kapıldığı hayal
kırıklığını, ölümüne yol açacak bir vesile olarak ele almaz.
Tezer Özlü, Virginia Woolf ve Slyvia Plath, kadın yazarlardan
sinsice, netameli bünye talep eden edebiyatseverlerin baş tacı ettiği
yazarlardır. Her üçü de ruhsal problemlerinin yanı sıra rüzgardan nem
kapacak kadar zayıf ve narindirler. Woolf, sık sık baş ve diş
ağrılarından kıvranıp yataklara düşer “Kanayan dişetlerimi çalkalamak
üzere yukarı çıktım”, “İşte ateşim arttı; fakat şimdi de düştü”, “Q’nun
doğum günü partisinin ortasında düştüm bayıldım; sonra bir on beş gün
yattım baş ağrısının o tuhaf, suyla kara arası hayatını sürdürdüm”.
Tezer Özlü bir röportajında hiç sevmediği insan tipleri arasına lodostan
başı tutmayanları da yerleştirir. Plath’in intiharına kapıyı aralayan
süreç kocasının kendisini başka bir kadın için terk etmesiyse; durumu
ağırlaştıran sebeplerden biri de bitmez tükenmez sinüzit ağrılarıdır.
Elizabeth Barrett Browning, hastalıklı kadın şair mitinin kusursuz
bir örneğiyken sağlıklı bir hayata yelken açmasıyla efsanenin hem
kurucusu hem de yıkıcısı sayılabilir. Ciğerlerinde bir damar koptuğu
için çocukluğundan itibaren sürekli hasta olan yazar; otoriter ve aşırı
korumacı babasının da etkisiyle yıllarını yatakta geçirir. Kızının
evlenip gitmesini istemeyen bu dindar baba, onu hasta odasına kapatır ve
bir tür manastır hayatına mahkum eder. Barrett’in yatağında yazdığı
şiirler büyük başarı kazanır. 39 yaşındayken şiirlerine hayran Robert
Browning’le tanışır, aşık olur ve İtalya’ya kaçıp evlenirler. O yaşa
kadar can çekiştiği sanılan şair hasta odasından çıkar çıkmaz canlanır,
43 yaşındayken bir çocuk sahibi olur ve ön beş yıl boyunca sağlıklı ve
zinde bir hayat sürer.
Iris Murdoch ise tersine, esenlik içinde geçirdiği ömrünün son
yıllarında alzheimer’a yenik düşer ve yazdığı eserlerin adlarını dahi
hatırlayamaz. Başlı başına bir Canetti romanı olabilecek hastalığının
ironikliği ancak Cemil Meriç’in miyopiye yakalanıp yavaş yavaş kör
olmasıyla kıyaslanabilir. Önceleri sandalye tepelerinde, tavandaki
ampüle yaklaşarak da olsa okuyabilen Meriç, görme yetisini tamamen
kaybettiğinde kitapları kızına sesli okutmak zorunda kalır.
Bedensel zafiyetin muafiyete dönüştüğü yazarlar da vardır. Ensest,
şiddet ve entrika romanlarının büyük ismi V. C. Andrews, gençliğini
tekerlekli iskemlede geçirmek zorunda kalır. Çocuk melodramlarının lordu
Kemalettin Tuğcu’nun bir bacağı yanlış tedavi yüzünden ömür boyu sakat
kalır.
GÜLÜNÇ AMA ACILI: ROMATİZMA
Nurullah Ataç, yaşlılara özgü görülen ve kimseciklerce romantik
bulunmayan ama kendisinin canına okuyan romatizma ağrılarından
bahsederken bile mahcubiyetinden kurtulamaz “Aman ne gülünç hastalık o!…
Üç beş güne kadar, belki de daha çabuk geçecek bir kol, bacak ağrısını
gözlerinde büyültüyor, büyültüyor, etraflarına tabiatın, insanların en
büyük zulmüne uğramış gibi bakıyorlar. Hastanedeki günlerimi, en manasız
şeyler için zile basıp adam çağırdığımı, ağrılarım belki pek o kadar
artmadan da şikâyet ettiğimi, inlediğimi hatırladıkça kendi kendimden
utanıyorum”. Anladığımız kadarıyla Ataç’ın canı birazcık tatlıdır:
“Ağrıya, sızıya ses çıkarmadan katlananları, Eyüp Peygamberi
anlayamıyorum. Onlarınki büyük, insanı aşan bir kuvvet!…”. Coleridge,
romatizma ağrılarından kurtuluşu afyonda bulur. İlerleyen zamanlarda
afyon onun için romatizmadan çok daha büyük bir dert haline gelecek;
şair bu bağımlılıktan kurtulmak için hastaneye yatmak zorunda
kalacaktır.
Yüzyıllar boyunca insanlığa ve yazarlara musallat olan verem,
karanlık tahtını kansere devretmiş gibi görünüyor. Reşat Nuri
Güntekin’den James Baldwin’e; William Saroyan’dan Sevgi Soysal’a kadar
pek çok insan, aylarca hatta yıllarca boğuştukları kansere yenik
düşmektedir. Yine Metafor Olarak Hastalık’ta Sontag’ın veremden sonra
kanserin de metaforik bir olguymuşçasına ele alınmasını eleştirir.
Hiçbir hastalık, en azından çeken için metaforik bir olgu değildir.
Mansfield, “Katherine Mansfield’ın Eziyetli Kısa Serüveni” başlıklı
şiirinde bunu tüm acılığıyla ortaya koyar:
“Jamaica’dan gelen bir hekim
Dedi ki: ‘Bu kez ya onaracağım onu ya da kıracağım.
Serum takacağım ona;
Dayanamazsa
Sıradaki ölü kaldırıcısını çağıracağım.’
Locum tenens’ini, Doktor Byam,
Dedi ki: ‘Pekala dostum, deneyeceğiz.
Çırağım ben çünkü, Streptomisin şırıngalamakta,
Siam’da cerrahlık yaptım çünkü.’
Hasta New Zealing’den seslendi.
Dedi ki: ‘Duygularıma aldırmayın lütfen,
İnanıyorsanız
Ağrının sürmeyeceğine
Burada yatıp gökyüzüne gülümseyeceğim.”
(…)
KANSERE YENİK DÜŞENLER
Sabri Altıel, Zihni Anadol, Fakir Baykurt, Necati Cumalı, Aziz
Çalışlar, Reşat Nuri Güntekin, Hakkı Süha Gezgin, Halikarnas Balıkçısı,
Mustafa Irgat, Bilge Karasu, Mithat Cemal Kuntay, Tezer Özlü, Sevgi
Soysal, Füsun Akatlı
Yelda Eroğlu – Kitap Zamanı
edebiyathaber.net
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder